1914’ün yaz aylarında başladığında “Noel’de biter” denen Birinci Dünya Savaşı, dört yılın sonunda özellikle Avrupa’da, hem manevi hem de maddi anlamda büyük bir enkaz bırakmakla kalmamış, mevcut sorunlara yenilerini eklemişti. Politik, kültürel, sosyal çalkantıların yanı sıra ekonomik manadaki gelgitler, önce 1929’da Büyük Buhran’ı doğurmuş, ardından çözülemeyen meselelerin yarattığı yeni dengeler (ya da dengesizlikler) 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın fitilini ateşlemişti ve 1945’e kadar olağanüstü bir yıkım yaşanmıştı.
Ian Buruma’nın “sıfır yılı” dediği 1945’ten sonra ise Avrupa’da iki savaşın hayaleti dolaşırken işleri hâl yoluna koyma tedirginliğine yıkımın yorgunluğu da eşlik ediyordu. Başka bir deyişle topyekûn savaş bitse de yaşamı tekrar kurma savaşı başlıyordu. Kısacası yılgınlık, umutsuzluk, harekete geçme ve yaşama uğraşı, bireyleri ve toplumları sarsıyordu.
Alan Burns, ‘Yağmurdan Sonra Avrupa’da, yıkımı içselleştirmeye çalışırken her şeye yeniden başlamaya çabalayan Avrupalıların sancısını ve içine düştüğü bu karmaşayı anlatıyor. Diğer bir ifadeyle resmen bitse de bilinçaltında süren savaşın yarattığı gerilimi hatırlatıyor.
BİR VAROLUŞ KAYGISI
Burns, isimsiz bir anlatıcıyı savaş sonrası Avrupa sokaklarında ve caddelerinde dolaştırıyor. Bir tanık ve gözlemci olarak yıkımın ortasında gezen bu kişi, umudunu kaybetmeden ve yılgınlığa kapılmadan karanlık tüneldekileri izliyor.
Bir tedirginliği resmediyor Burns; anlatıcının bulunduğu her mekanda, karşılaştığı insanlarda ve gördüğü her şeyde bir kasvet var. Yakın geçmişi hatırlayanlar ve acı anıları hâlâ taze olanlar, bir çıkış yolu arıyor. Bunun da ötesinde, kişilerin zihinlerini berraklaştırma ve dikkatini toplama çabasını görüyoruz. Bir şaşkınlığı ve yalpalamayı da: “Boş bir evin orada durduğumuzda, insanlar bize bakmaya geldi, yaşlılar kafile halinde vardı, evleri yanmış kadınlar, evlerini yeniden inşa edebilmek için para biriktirme uğruna aylarca aç kalmış kadınlar, yüzleri donuk mora kesmiş, kan kırmızısına bulanmış kadınlar, silinip gitmiş erkekler. Bize şahane çay getirdiler. Evleri hakkında konuştular ama bu kişilere ulaşılamıyordu, kendilerine ait bir yuvaları olana dek umut edemezlerdi.”
Burns, iç içe geçen arayış hikayeleri de anlatıyor; merak, öfke, yarım kalan aşklar, hesaplaşmalar ve gerilimler de dahil oluyor bu anlatıma. İşgal altındaki bölgelerde azalan, özgürlüğüne kavuşan yerlerde ise artan nüfus, bahsi geçen arayış için gerek fiziki gerek zihinsel manada yurduna geri dönmeye çabalıyor. Kısacası bir karmaşa söz konusu: Kalanların başa çıkmaya uğraştığı bir var oluş kaygısı bu her şeyden önce: Bitse de başka bir şekle bürünen savaşın yansıması.
Avrupa’nın dört bir yanında yıkıma alışan insanlar, bir noktadan itibaren inşanın nasıl olabileceğini düşünüp tartışıyor. Köylerde, kasabalarda ve kentlerde ayağa kalkmanın ve ayakta durmanın yolları aranıyor. Öte yandan da dostluk ve düşmanlıkların, doğruların ve yanlışların, iyiliklerin ve hataların bir çetelesi tutuluyor.
Yakın geçmişin “kahramanları”ndan ve “muteber” askerlerinden hayatta kalanlar da yıkımdan payına düşeni alırken isyan ediyor: “Savaştık. Silahlarımızı aldılar. Ormanlarda çalıştık. Hasta olanlar ölüme terk edildi. Bizi sınır dışı ettiler, sonra geri alıp hapse tıktılar, şimdi de bize haydut diyorlar. Bize iş vermiyorlar, bize yemek vermiyorlar.”
KAYITSIZLIĞIN BULANIK SULARI
Burns, kısa zaman aralıklarıyla Avrupa’da değişen hayatları ve alışkanlıkları getiriyor karşımıza. İsimsiz kasabalarda ve kentlerde, isimsiz insanlar ve tutsaklar arasında gezinen anlatıcıyla beraber hemen herkes, bir anlam ve düzen arayışında. Neredeyse hiç kimse kendisi gibi değil. Dolayısıyla benliğini arayan bir kitleyle ve yas tutan kalabalıklarla karşılaşıyoruz bu seyahatlerde.
Rastladığımız bir diğer grup, yaşamın neresinde olduğunu bilemeyen ve kayıtsızlığın bulanık sularında yüzenler: “Ülkenin bir yerinden diğerine asker taşıyan uzun yol trenini bekledim, botu olmayan, yemeği olmayan adamlar, kalabalık gruplar treni bekliyordu, yerlerini sağlama almak zorundaydı. Platformda yastık yerine bir tahta blok üstünde uyudum. Uyuyamadım. Diğerleri uyudu ama uyanamadı, uyandığında ise ya bağırdı ya da ağladı. Nefret edebildikleri için ölüme karşı duyarsızlık işten bile değildi. Kayıtsızlık içinde, isterik bir coşkuyla kutladılar, bu kayıtsızlıklarını daha da artırdı. Çalışmış ama bir şeye sahip olmamışlardı, hiç şansları ya da seçenekleri yoktu, hayattan bir pay almamışlardı, tehlike kavramıyla, yaşam tehdidiyle, kendi yaşamlarına yönelik bir tehditle karşılaşmamışlardı hiç.”
Burns, gideceği yönü kestiremeyenlerin, kaçanların, yaşadıklarından uzaklaşmak isteyenlerin, kendiyle yüzleşebilenlerin ve yüzleşemeyenlerin, tarihin ağırlığı altında ezilenlerin ve tarihin yükünü sırtlananların, isyan edenlerin ve bir köşede sessizce bekleyenlerin öyküsüyle buluşturuyor bizi. Başka bir deyişle tereddütlü ve tedirgin zamanlara davet ederken dünü hatırlayanların yanına sürüklüyor: “Nasıl yaşanacağını bilmiyorduk. Savaştık, savaşmak zorundaydık, kolaydı bu, yapılacak tek şey buydu. Bu doğru değil, görüntüler aldatır, bir hiç uğrunaydı, devrimimiz en önemsizlerinden biriydi, büyük laflar ettik. Yararlı olduğum zamanlar karımla yaşadığım zamanlardı, küçük bir dairemiz vardı, sıradan sandalyelerimiz, işle saklambaç oynardık, çok geçmeden her şeyin üstünü toz kapladı. Gözleri hep yorgundu karımın, ne olduğunu bilirdi. Sanki bir şey şöyle derdi: Karın yorgun görünüyor.”
Burns, isimsiz başkarakter aracılığıyla hem savaş sonrası Avrupa’nın halipürmelalini hem de insanların hikâyelerini anlatıyor. ‘Yağmurdan Sonra Avrupa’, yazarın savaşın bitimiyle yeni mücadelelerin başlayışını deneysel biçimde okura aktardığı; gerçekleri ve kurmacayı buluşturduğu bir metin olma özelliğiyle öne çıkıyor.